GLOBALLEŞMEYE KARŞI GLOKALLEŞME
Prof.Dr. Nazif GÜRDOĞAN
GLOBALLEŞME YENİ BİR DÖNÜŞÜMDÜR.
Dünyanın en zengin hammadde kaynaklarına sahip Sovyetler Birliği’nin bir iç ya da dış saldırıya uğramadan dağılıp gitmesi, Soğuk Savaş döneminin ekonomik, siyasal ve kültürel dengeleriyle birlikte değerlerini de altüst etti. Amerika ve Rusya arasındaki güç yarışının sona ermesiyle, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinin özgürlüklerine kavuşması, devletlerarasındaki siyasi sınırların aşılmaz duvarlar olmadığını gösterdi. Doksanlı yılların başındaki gelişmeler, ülkeler arasındaki bilgi, sermaye ve teknoloji alışverişine geçmişte benzeri görülmedik bir hız ve yoğunluk kazındırdı. Avrupa Birliği ülkeleri arasında olduğu gibi, bütün ülkelerarasındaki sınırlar önemleriyle birlikte anlamlarını da büyük ölçüde yitirdi. Soğuk savaş döneminin simgesi Berlin duvarı nasıl yıkıldıysa, ülkeleri birbirlerinden ayıran sınırlarda aynı şekilde bir bir yıkıldı ve yıkılmaya devam ediyor.
Doksanlı yıllardaki gelişmelerle bütün dünya “Sanayi Devrimiyle Gelen” dönüşüm gibi, yeni bir değişim dönemine girdi. Yeni devrimin adı “Globalleşmedir”. Globalleşme, özellikle Batı dünyası dışında, Thomas Friedman’ın anladığı gibi, rakipsiz kalan Amerikan kültürünün dünya ölçüsünde yaygınlık kazanması olarak yorumlanıyor. Globalleşmeyle Amerikan’ın tüketim kültürü bütün dünyada pasaportsuz dolaşma hakkını elde etti. Kolalı içecekler, kot giyecekler ve hamburger benzeri yiyecekler Amerikan kültürünün simgesi haline geldiler. Amerikalı George Ritzer’in kavramlaştırmasıyla bütün dünya “McDonaldlaşma” sürecine girdi. Söz konusu sürecin hız ve yoğunluk kazanmasıyla batı kültürünün üretim biçimlerinden daha çok tüketim biçimleri, bütün dünyaya sel suyu gibi yayıldı.
Globalleşme, en geniş anlamıyla milli sınırların önemini yitirmesi olarak tanımlanabilir. İnternet alanındaki gelişmeler Frances Chairncross’un ayrıntılı olarak anlattığı gibi “Mesafeyi öldürdü” aslında ülkeler arasında yalnızca “Mesafe” ve “Mekan” farkı değil, “Zaman ve Teknoloji” farkı da öldü. İnternetin getirdiği haberleşme kolaylıklarıyla herkes istediği zaman, istediği yerde, istediği kimseyle iletişim kurup bilgi değişiminde bulunabilir. Globalleşme, ülkeler arasındaki sınırlarla birlikte toplumlar arasındaki haberleşme engellerini de büyük ölçüde ortadan kaldırdı.
DÜNYADA BİR YOLCU OLMAK GİBİ
“Haberleşme aracı, mesajın kendisidir” diyen iletişim uzmanı Marshall McLuhan, altmışlı yıllarda dünyanın “Globalleşme bir köy”e dönüştüğünü söylüyordu. Kenichi Ohmahe’nin deyişiyle internette kurulan “Görünmeyen Kıta” dünyayı daha da küçülttü. Bunun için, Tom Peters doksanlı yılların getirdiği yapılarla “Artık köy çok büyük. Dünya, bir alışveriş merkezi oldu” diyor internetin ekonomik, siyasal ve kültürel hayata kazandırdığı yeni boyutlarla Globalleşmeyi kavrayabilmek için herkesin kendisini dünyada “Bir yolcu gibi görmesi” gerekir. Çünkü bir yolcu ya da göçebe için sınırların önemi yoktur. Ona dünyada hiçbir ülke yabancı gelmez. Bunun için Atilla, Cengiz ve Timur tarihin en büyük göçebe imparatorluklarını kurdu. Onların mirasçısı Osmanlı’da üç kıtaya egemen bir dünya devleti oldu. Onlar sınırların dışına çıkmanın hem ustası hem de öncüsü oldular. Sınırların dışına çıkarak, dünyayı bir bütün olarak görmesini başaramayanlar, Globalleşmenin her gün yeni boyutlar kazanan yapısını kavramakta ve ona ayak uydurmakta güçlük çekerler.
Globalleşme, yirmi birinci yüzyılda medeniyetler, kültürler, ülkeler ve değişik alanlarda faaliyet gösteren bütün kurum ve kuruluşlar için, dünya pazarında sağlam bir yer tutmanın “Olmazsa olmaz” şartı haline geldi. Artık ister ürün, ister hizmet isterse bilgi üretilsin, kuruluşlar hammaddelerini hangi ülkede ucuz buluyorlarsa o ülkeden almak zorundalar. Benzer şekilde tüketicilerde istedikleri ürün, hizmet ve bilginin üretildiği ülkeden daha çok ve kalitesine önem veriyorlar. Kimse kaliteye kimlik sormuyor. Globalleşen dünyada kalite pasaportsuz dolaşıyor. Her çeşit ürün, hizmet ve bilgi üretim ve tüketiminde ulusal standartlar yerine milletlerarası standartlar geçiyor.
Sınırların önemini yitirdiği bir dünyada, bir ülkenin kendi içine kapanarak, dünya pazarlarında alınan ve satılan ürün, hizmet ve bilgi üretmesi artık mümkün değildir. Bu yüzden Türkiye, dünyadaki gelişmelere ayak uydurmak için, seksenli yıllarda dışa açılma yolunda önemli adımlar atmak zorunda kaldı. Türkiye ekonomik ve sosyal yapısını değiştirerek “İthal ikameci” politikalardan “İhracata dayalı” ekonomik büyüme stratejilerine yöneldi. Dış ticaret rejiminde köklü değişiklikler yapılarak, “Pazar ekonomisi”ne ağırlık verildi.
GLOBAL DAVRAN LOKAL DÜŞÜN
Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında doruk noktasına ulaşan her alanda batılılara benzeme dönemi büyük ölçüde kapandı. Anadolu’da “Batıdan yardım değil, İşbirliği isteyen” yeni bir dönem başladı ve yeni bir girişimci kuşağı doğdu. Türk işletmeleri Endonezya’dan, Arjantin’e kadar bütün ülkelerde yatırım yapmanın yollarını araştırıyor. Anadolu insanı iş gücü ile birlikte sermayesi, kültürü ve sanatıyla dışa açılarak, değerlerini bütün dünyaya taşımaya çalışıyor. Türkiye, Avrupa Birliği içinde işgücünün serbest dolaşım hakkını elde ederse, Avrupa’daki Anadolu hızla büyüyecektir. Üretim ve tüketim faaliyetleri açısından dünya bir yandan globalleşiyor, bir yandan da lokalleşiyor. Üretilen ürün ve hizmetlerin markaları Globalleşirken, tüketicilerin tercihleri de lokal değerlerini koruyor.
Türkiye, Türk ve İslam dünyasıyla birlikte, dünyanın ekonomik, sosyal ve kültürel yapısında sağlam bir yer tutmak istiyorsa, sonuna kadar Global düşünmeye çalışırken her alanda da yerel kalmasını başarmalıdır. Anadolu insanı, batı değerleri karşısında kendi değerlerini koruyabilmek için, Mevlana’nın ünlü pergel benzetmesinde olduğu gibi, sabit ayağıyla İstanbul’da hareketli ayağıyla da Tokyo’dan New York’a kadar bütün dünyayı dolaşmalıdır. Çünkü rakipleri olmayan bir kültürün tarafları da olmaz. Rakiplerini iyi tanımayan bir kültür uzun dönem de varlığın koruyamaz. Türk toplumunun önemli bir kesimi uzun bir süre Avrupa Birliği’ne tam üye olmaya karşı çıktı. Oysa globalleşen dünya, Türkiye’yi Avrupa standartlarına ürün, hizmet ve bilgi üretmeye zorluyor. Anadolu insanı için ana sorun, Avrupa Birliği’ne katılıp ya da katılmamak değil, dünya pazarlarında kendisine sağlam bir yer tutmasını bilmektedir. Çünkü, dünya pazarlarında payı oylayan ülkelerin, milletler arası ilişkilerde ağırlığı olmaz. Bu yüzden Türkiye, Avrupa Birliği’ne kabul edilsin ya da edilmesin, üretim gücünü Batı ülkelerinin seviyesine çıkarmak zorundadır. Bunun içinde Türkiye’nin, global bir ülkeye dönüşmesi gerekir. Zaten globalleşme, kapalı toplumların üretimde sıçrama yapma şansını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Dış dünyaya açılmayan ülkeler, üretim güçlerini koruyabilselerdi, milyonlarca kare metre toprağa ve zengin hammadde kaynaklarına sahip demir perde ülkeleri dağılıp gitmezlerdi. Oluşan yeni ekonomi de toplumların gücü, toprak büyüklüğünden daha çok entelektüel sermayenin zenginliğinden kaynaklanıyor.
GLOBALLEŞMENİN ÜSTESİNDEN GLOKALLEŞEREK GELMEK
Globalleşmeye karşı glokalleşerek, dünyadaki gelişmelere ayak uyduramayan ülkeler, ürün, hizmet ve bilgi üretiminde Batı ülkelerinin standartlarına ulaşamazlar. Cevdet Paşa, Osmanlı Devletinin zayıflamasını, dünyadaki gelişmelerin dışında kalmasına bağlar. Osmanlı Devleti, bütün gayretine rağmen, Avrupa ülkelerini baştan sona değiştiren sanayi devrimine ayak uyduramadığı için, ekonomik gücüyle birlikte siyasi gücünü de büyük ölçüde yitirmiştir. Aynı şekilde, Türkiye’de globalleşerek dünyaya açılmasını başaramazsa, global güçlerle rekabet edecek politika ve stratejiler geliştiremez. Türkiye ister dünyaya açılsın, isterse Anadolu’ya çekilsin, her iki durumda da global kültürle hesaplaşmak zorundadır. Aslında hiçbir ülkenin dünyadaki gelişmelerden soyutlanarak, söz konusu hesaplaşmadan kurtulması mümkün değildir.
Ülkelerden daha çok kültürlerin rekabet ettiği bir dünya da, Soğuk Savaş döneminin yaklaşım ve modelleri geçerliliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Artık dünyadaki gelişmeleri, sağ ya da sol ekonomi teorilerini açıklamak mümkün değildir. Ekonomik, siyasi ve kültürel hayatın dinamizminin kaynağında, kaliteli olduğu kadar verimli ürün, hizmet ve bilgi üretmesini bilen, vizyon sahibi, girişimci ve ileri düzeyde eğitim almış öncüler var. Yeni oluşumu yönlendirme de, sağcılarla solcular ya da yoksullarla varlıklılardan daha çok üretmesini bilenlerle bilmeyenler arasında kıran kırana bir yarışma yaşanıyor. Üretmesi bilenler güçlerine güç katarken, dünya standartlarında üretim yapamayanlar ise, her alanda hızla yoksullaşıyorlar. Çünkü dünya da tükettiğinden daha fazlasını üreten girişimci insandan daha güçlü ve daha etkili bir kaynak yoktur. Her kurum ve kuruluşun başarı gibi, ömrü de üretim gücünün büyüklüğü ve sağlamlığından kaynaklanır.
Globalleşmesini başaramayan Türkiye’nin ürün, hizmet ve bilgi üretme gücü Avrupa ülkelerinin çok gerisinde kaldı. Aradaki farkın giderilebilmesi için, Türkiye’deki bütün kurum ve kuruluşların üretkenliğini dünya standartlarına çıkarılması zorunludur. Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve kültürel alanda bir dünya gücü olabilmesi için, kendi medeniyet değerlerini inkar etmeden, başka medeniyetlerin değerlerini içselleştirerek yeniden köklü paradigma değişikliğine gitmesi gerekir.
Altmışlı yıllarda Avrupa ülkelerine iş gücü olarak göç eden Anadolu insanının üretim gücünü arttırma da gösterdiği başarı, Türk toplumunun Avrupa çalışma düzeyini uyum sağlama güç ve yeteneğini gösteriyor. Türk toplumunun inanç, düşünce ve girişim özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılırsa, Avrupa ekonomisinde olduğu gibi, dünya ekonomisinde de kendisine sağlam bir yer tutabilir.
İstanbul’da tamamlanmış inşaatlardaki demirlerini geleceğinden emin bir toplumun ümit filizleri olarak yorumlayan Alvin Toffer, “Üçüncü Dalga” isimli kitabında “Sanayi” toplumuyla “Bilgi” toplumunun özelliklerini karşılaştırmalı olarak anlatılır. “Sanayi” toplumunun değerleri, “Tarım” toplumunun değerlerinden büyük ölçüde ayrılır. Aynı şekilde “Sanayi” toplumuyla “Global” toplumun değerleri de birbirinden çok farklıdır. Sanayi toplumu için geçerli modeller, kurallar ve stratejiler “Global” ve “Glokal” toplum için geçerli değildir. Sanayi toplumunun ideal örgütlenme modeli ordu idi; global toplumun örgütlenme modeli ise, futbol takımı y ada orkestradır. Birinde hiyerarşi önemli iken, diğerinde katılım ve paylaşım önemlidir. Sanayi toplumunun odak noktasında fabrika vardır; global toplum ise, zaman ve mekan sınırı olmayan internete dayanır.
PAYLAŞMAYAN ÜRETİM GÜCÜNÜ BÜYÜTEMEZ
Global bir yapılanma için toplumun bütün kesimlerinin ürün, hizmet ve bilgi üretim çalışmalarına katılması gerekir. Başarının yolu paylaşmasını bilmekten geçer. Üretimlerini paylaşmayan kurum ve kuruluşlar, paylaşmasını bilenler tarafından paylaşılır. Bu yüzden, her kurum ve kuruluş, katılım ve paylaşmada pazar mekanizmasıyla birlikte demokratik mekanizmayı da kusursuz ve adil biçimde işletmeye çalışmalıdır. Katılım ve paylaşımın adil olmadığı bir toplumda hiçbir güç üretkenlikle birlikte doğurganlığı da büyütemez. Ekonomi de amaç, kardan daha çok katma değeri arttırmak olmalıdır. Katma değer artarsa, ücretler, maaşlar finans gelirleriyle birlikte kar da artar. Çalışma alanı ne olursa olsun, bütün kurum ve kuruluşların gücü, katma değer oluşturmadaki verimlilikten kaynaklanır. Az kaynakla çok ürün, hizmet ve bilgi üreten kurum ve kuruluş, dünyayı vizesiz dolaşma hakkı elde eder.
İster özel, isterse kamu olsun bütün kurum kuruluşların başarısının temelinde üretkenlikle birlikte adalet vardır. Ürün, hizmet ve bilgi üretim sisteminin yapılanmasında ve üretilen katma değerin paylaşılmasında adaletten ayrılmayan kurum ve kuruluşlar uzun ömürlü olurlar. İslam’ın ana kaynaklarında vurgulandığı gibi: “Mülk, küfürle devam eder, zulümle devam etmez”. Bu yüzden, İslam kültüründe bütün kurum ve kuruluşların bilgi ve hikmetle ayakta kalabilecekleri sürekli vurgulanır. Baskı ve şiddetle yönetilen kurum ve kuruluşlar, hiçbir zaman uzun ömürlü olamazlar.
Bir yandan globalleşen, bir yandan da glokalleşen kurum ve kuruluşların güç ve başarısı adalette kusursuz olmalarına bağlıdır. Adalette mükemmeli arayan ülkeler gibi, adaletli olma da hata yapmayan kurum ve kuruluşlar yüzyıllarca yaşayabilir. Hayatın içinden gelen yönetim uzmanlarından Robert Townsend, Osmanlı Devleti’nin altı yüz yılı aşkın bir süre ayakta kalmasının sırrını, ülkede adaletin dağıtılmasında yönetimin tam not almasına bağlar. Devlet yönetimi için gerekli olan adalet ilkesi ticari, kamu ve gönüllü kurum kuruluşlar için çok daha gereklidir. Çünkü devletler kusurlarının bedelini uzun dönemde kurum ve kuruluşlar ise, kısa dönemde öderler. Haksızlığın olduğu kurum ve kuruluşlarda üretkenliği arttırmak mümkün olmadığı gibi, üretimi aksatıcı eylemlerden kurtulmak da söz konusu değildir. Bu yüzden ister global, isterse glokal olsun önümüzdeki yıllarda bütün toplumların kurum ve kuruluşlarında verimlilik kadar hukuk ve adalet konuları da tartışılacaktır. Haksızlıkların giderilmediği toplumlarda, yolsuzluklarla birlikte şiddet eylemlerinin önlenmesinde büyük güçlük çekilir.
PAZAR YENİLİK YAPMASINI BİLENLERİNDİR
Globalleşmeyle “Cumhuriyet”in ilk yıllarında doruk noktasına ulaşan her alanda Batılılara benzeme dönemi büyük ölçüde kapandı. Glokalleşme zorunluluğu, Türkiye’de yeni bir dönemin kapılarını açıyor. Türkiye açık bir toplum yolunda attığı adımlara paralel olarak, kendi kültür ve değerlerine sarılmak zorunda kalacaktır. Çünkü glokalleşme başka kültürlerle bir arada yaşamayı zorunlu kılıyor. Farklı kültürlerle bir arada olmaya hazır olmayan ülkelerin glokalleşmesi hiçbir zaman düşünülemez. Türk işletmelerin Japonya’dan Amerika’ya kadar bütün dünyaya ürünleriyle birlikte sermayelerini de ihraç etmenin yollarını aramaları olumlu bir gelişmedir. Yeni yüzyılın “kolonizatör”leri, kalitenin pasaportu yoktur diyen, kurum ve kuruluşlar olacaktır. Artık ülkeler ordularla değil, glokalleşmesini bilen örgütlerle işgal ediliyor… Glokal kurum ve kuruluşlar yeni oluşmakta olan dünyanın hem fatihleri, hem de misyonerleridir.
Glokal dünyada başarılı olabilmek için Mevlana’nın dediği gibi: “Dün geçti. Düne dair sözler de dün gibi geçti gitti. Bugün yeni sözler söylemek gerekir”. Bunun için de bütün kurum ve kuruluşlar, iki günlerini birbirinden farklı kılabilecek glokal stratejiler geliştirmelidirler. Bir toplumda her gelen kuşak, bir önceki kuşaktan daha üretken ve daha bilgili olmazsa, o toplumun yoksullaşmasının önüne hiçbir güç geçemez. Bir ülkenin üretim gücünün arttırılabilmesi için, işi, mesleği ve cinsiyeti ne olursa olsun, herkesin tükettiğinden daha fazlasını üretmesi zorunludur. “Alan el” konumunda olan toplumların, hiçbir alanda söz ve güç sahibi olmaları mümkün değildir.
Duvarların yıkıldığı bir dünyada ülkeleri, dünya pazarlarına, tüketmesini değil, üretmesini bilen glokal kurum ve kuruluşlar taşırlar.
AYRINTILI BİLGİ İÇİN KAYNAKLAR:
—Frances Cairncross, The Death of Distance:Hov to Communications Revoluation Will Chance Our Lives, Boston, 1997
—John Micklethwait, Adrian Wooldridge, A Future Perfect, New York, 2000
—Marshall McLuhan, Understanding Media, New York, 1964
—Tom Peters, The Circle of İnnovation, London, 1997
—Rowan Gibson, Rethinking Future London, 1997
—E.N.Gürdoğan, Teknolojinin Ötesi, İstanbul, 1993
—E.N.Gürdoğan, Kültür ve Sanayileşme, İstanbul, 2004
—Bilal Eryılmaz, Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, İstanbul, 1992
—Kenichi Ohmahe, Görünmeyen Kıt’a, Çev.: Z.Dicleli, İstanbul, 2000
—George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması, Çev.; Ş.S.Kaya, İstanbul, 1998
—Thomas Friedman, Lexus ve Zeytin Ağacı, Küreselleşmenin Geleceği, Çev.: E.Özsayar, İstanbul, 1998
—Dani Rodrik, Yeni Küreselleşen Ekonomi ve Gelişmekte Olan Ülkeler, Çev.: S.Gül, İstanbul, 1999
—Robert Townsend, İş Bilenin Para Kazananın, Çev.:A.Üstel, N.Ülken, İstanbul, 1974
—Michael Hammer, Beyond Reengineering, London, 1996
—George Soros, Küresel Kapitalizm Krizde, Çev.: G.Şen, İstanbul, 1998
—Alvin Toffler, Third Wave, New York, 1991
Prof.Dr. E. NAZİF GÜRDOĞAN,
1945 Eskişehir’de doğdu. Üniversite eğitimini İTÜ’de makine mühendisliği alanında yaptı. İşletme iktisadı Enstitüsünün uzmanlık programını 1968 yılında tamamladı. Devlet Planlama Teşkilatında 1972’ye kadar uzman olarak çalıştı. Bu arada bir yıl İngiltere’de incelemelerde bulundu. Erzurum Üniversitesinde akademik çalışmalara 1972’de başladı. Doktora çalışmasını 1975’de tamamlayan Gürdoğan 1978’de doçent, 1994’te profesör oldu. Değişik üniversitelerde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Çok sayıda özel ve kamu kuruluşlarında üst düzey yönetici olarak çalıştı. Mavera dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Evli ve üç çocuk sahibidir. İşletmelerle bağlarını koparmadan Fatih üniversitesinde sözleşmeli öğretim üyeliğine ve Yeni Şafak gazetesi köşe yazarlığına devam etmektedir.
Gürdoğan’ın yayınlanmış çalışmaları;
1-Üretim Planlamasında Doğrusal Programlama ve Demir Çelik Endüstrisinde Bir Uygulama, SBF Yayını, Ankara, 1981.
2-Ticari ve Sosyal Açıdan Değerlendirme Yöntemleri, DPT Yayını, Ankara, 1987.
3-Teknolojinin Ötesi, 1985 Yazarlar Birliği Fikir Ödülü, Üçüncü Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2003.
4-Kültür ve Sanayileşme, Konuşmalar, Genişletilmiş Üçüncü Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2003.
5-Hicaz’dan Endülüs’e, İkinci Baskı, iz Yayıncılık, İstanbul, 1993.
6-Zaman aşan Şehirler, 1994 Yazarlar Birliği Gezi Ödülü, İkinci Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994.
7-Görünmeyen Üniversite, Beşinci Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004.
8-İşletmelerde Yatırım Yönetimi, MÜSİAD Yayını, İstanbul, 2004.
9-Kirlenmenin Boyutları, Üçüncü Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2007.
10-Günler Akarken Çağın Ritmini Yakalamak, İkinci Baskı, İz Yayıncılık, 2007.
11-New York’tan Los Angeles’a Yeni Roma, İkinci Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2007.