NURETTİN TOPÇU YÜZ YAŞINDA
Şükrü Çeşme
“Cemiyeti yoğuracak ruh, eski Asya´nın hikmetiyle Kur´an´daki ilhamı kendinde birleştirdiği halde, Garb´ın dört asırlık ilmine zihniyetine sahip, felsefesine aşina olacak Anadolu dervişinin ruhudur.”
İnsanı dikkat kesilmeye sevk eden bu çarpıcı sözleri bir felsefecinin sarfetmiş olabileceğini düşünmek zor değildir. Ancak bu sözlerde sadece felsefe yok. Felsefenin yanında tarih, kültür, milliyetçilik, din ve tasavvuf da kokuyor. Sözlerin sahibi de sadece kuru bir felsefeci değil, milli ve manevi değerlere dayalı devamlı ileriye hareket eden bir toplum hayalinde olan derviş ruhlu bir bilge olsa gerek.
Ehline malumdur, bilenler bilir. Derviş ruhlu bu bilge, Nurettin Topçu’dan başkası değildir.
Aralık ayında bir hafta sonu üniversiteli gençlerle Nurettin Topçu’yu konuştuk. Bu vesileyle Topçu’nun hayat hikâyesine de bakınca bir şeyi fark ettim; Bundan tam yüz sene evvel, 1909 yılında doğmuş. Doğumunun üzerinden yüz yıl geçmiş olsa da hakkında konuşulmak herkese nasip olmaz.
Merhum Nurettin Topçu lise eğitimini tamamladıktan sonra 19 yaşında iken yurtdışı eğitim sınavını kazanarak Fransa’ya gider. Altı sene felsefe okur. Sorbone Üniversitesinde doktorasını tamamlar. Sorbone’da felsefe doktorası veren ilk Türk öğrencidir. Fransa’daki eğitimi süresince dünya çapında meşhur felsefecilerle birlikte olur.
1934 te yurda dönünce İstanbul’da liselerde felsefe öğretmenliğine başlar. 1974 te emekli olur. Ömrünün tam kırk yılı öğretmenlikle geçer. 1975 te vefat eder.
Galatasaray Lisesinde görev yaparken okul müdürünün, bir grup öğrencinin sınavlarda geçmesi için baskı yapmasını kabul etmediği için İzmir’e tayin edilir. 1939 yılında İzmir’de, ismiyle özdeşleşecek olan ‘Hareket’ dergisini çıkarmaya başlar.
Sadece bir felsefe öğretmeni değildir. Memleket meseleleri üzerine kafa yoran, düşünen, düşünmekle kalmayıp idealleri için çalışan bir filozoftur. Öğrencileriyle özel olarak ilgilenir, onları yetiştirmeye çalışır. Tek parti yönetimini ve zımnen Cumhuriyeti kuran kadroyu eleştirdiği için ‘Çalgıcılar’ başlıklı yazısı üzerine İzmir’den Denizli’ye sürülür. Okul müdürünün siciline düştüğü not dikkate değerdir: “Değerli ve o nispette tehlikeli bir öğretmendir. Hisleri ve fikirleri müspet değildir. Memleketin bütün kıymetlerini yıkan bir zihniyetle hareket ettiğine bu yıl kani oldum!”
Müdür, kendisini okumuş ama tersten okumuş. O, memleketin yıkılmaya çalışılan bütün kıymetlerini yeniden hatırlatmaya, yerleştirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyordu aslında.
Göz önünde bulundurulmasının iyi olacağı yönünde kanaat raporları üzerine yeniden İstanbul’a tayin edilir. Çeşitli liselerde felsefe, mantık, sosyoloji ve tarih okutur. İmam Hatip Liselerinin kurucusu Celal Hoca ile tanışır. İlk İmam Hatip Okulunun kuruluşunda beraber olurlar, 1955-1960 yılları arasında burada da dersler verir. Ancak “Din adamlığı yapacak talebelere verilen dersten ücret alınmaz” diyerek parayı müdür vasıtasıyla fakir talebelere dağıttırır.
Topçu, ismi isyan, ahlak, hareket kelimeleriyle özdeşleşmiş, düşünce hayatımızın seçkin bir entelektüelidir. Hareket felsefecisi Bergson üzerine doçentlik tezi hazırlamış, ancak kendisine Türkiye’de doçentlik verilmemiş ve üniversite kadrosuna alınmamıştır. Ama o çıkardığı ‘Hareket’ dergisiyle başlı başına bir ekol ve adeta görünmeyen bir üniversite oluşturmuştur. O’nun manevi sofrasından istifade eden ve dergide yazan bazı isimler şunlardır: Mehmet Doğan, Hüseyin Hatemi, Mustafa Kara, Abdurrahim Karakoç, İsmail Kara, Emin Işık, Mustafa Kutlu, Ali Bulaç.
İsyan ahlakçısıydı. Doktora tezinin adı da isyan ahlakıydı. İsyan ve ahlak kelimeleri ilk bakışta birbiriyle tezat teşkil ediyor gibi görünür. Ama onun isyan anlayışı, nihilist ve anarşist ekollerin bütün düzenlere ve değerlere başkaldıran başıbozuk isyanı gibi bir isyan değildir. O isyan ahlakını iradenin davası olarak görür. Gerçek irade, fertten başlayarak aile ve devlet gibi otoriteleri kabul eden, millet ve insanlık basamaklarından geçerek Allah’a ulaştıran iradedir.
Eserlerinde ve yazılarında tasavvufun yeri büyüktür. Aslında daha doktora tezinde bile tasavvufi temayüllerinin izleri vardır. Ancak tasavvuf sadece bilgiyle, felsefeyle anlaşılacak ve özümsenecek bir şey değildir. İçindeki bu kıvılcımları tutuşturacak bir ateş, bir bakış, bir mürşid-i kamil gerekmektedir. Fransa’dan Türkiye’ye dönünce eski bir arkadaşının vasıtasıyla Nakşi-Halidi-Gümüşhanevi şeyhlerinden Abdülaziz Bekkine Efendi ile tanışır. Bu tanışma O’nun için bir dönüm noktasıdır. Tanışır ve bir daha kopamaz, Aziz Efendi’ye intisap eder. Hemen hergün sohbetlerine devam eder, baş başa uzun uzun görüşmeler yapar.
Felsefe okuyan Topçu’ya Aziz Efendi “Boşuna vakit geçirmişsin, neyse şimdi senede on tane İslâm’ı bilen ve tatbik eden talebe yetiştirsen kâfi” der. Ve ömrü insan yetiştirmekle geçer.
Fransa’da dünyaca meşhur filozoflarla teşriki mesai eden Topçu, görünürde İstanbul’da bir mahalle camiinde imamlık yapan Aziz Efendi Hazretlerinin dizinin dibine çökmesini de bilen bir bilge kişiliktir. Aziz Efendi’ye o kadar bağlıdır ki, ‘Taşralı’ isimli hikaye kitabında ‘Yıldırımın Huzurunda’ başlıklı hikayesinde, Aziz Efendi’nin vefatından duyduğu derin acı ve üzüntüyle şunları yazar: “Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım, zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun, bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile İlâhî bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberane sakalının üstünde namütenahiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım.”
Her ne kadar hakkında bugüne kadar yirmiyi aşkın yüksek lisans ve doktora çalışması yapılmış olsa da, Nurettin Topçu geniş kesimler tarafından layıkıyla tanınmış ve anlaşılmış değildir. Bugünün ve yarının Türkiyesi için bir derdi ve gayreti olanların yolunun mutlaka, dünden bugünlerin ve yarınların Türkiyesine seslenen Topçu’ya uğraması ve O’nunla tanışmaları gerekiyor.
Kitaplarında ve yazılarındaki ifadeleri sanki bir meydan konuşması yapar gibi heyecan ve coşku doludur. Yarınki Türkiye adlı kitabında adeta bir gençliğe hitabe edasıyla şöyle sesleniyor: “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lâkin gösterişsiz ve nümâyişsiz çalışan ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir… Yarınki Türkiye’nin kurucuları, millet ve cemaat uğrunda fedakârlıkları kabullenenlerin bulunmadığı cemiyetimizde, muhtelif simâda insanları şahıslarında birleştireceklerdir. Onlarda Yûnus Yavuz’la birleşecek; Sinan Âkif’e uzanacak; Ebu Hanife Hüseyin Avni’yi tebrik edecektir. Ve onların eseri olacak Yarınki Türkiye, şu temellerin üstünde kurulacak: Anadolu’nun toprağında kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedî olduğuna inanmış bir ruh…”
Nurettin Topçu “Anadolu’nun kurtuluş savaşı ruh cephesinde henüz yapılmadı” diyor. O bu ülkede tek başına ruh cephesinde kurtuluş savaşı yapmaya çalışan ve bu cephede savaşçılar yetiştirme gayretinde olan bir kahraman dervişti.
Doğumunun yüzüncü yılında rahmetle anıyoruz.
Yazarın diğer yazıları: